İsrail’in Ortadoğu’yu kan denizine çevirdiği günden bu yana izlediği vahşet politikaları insanlık tarihinde silinmez derin izler bıraktı. Kadın erkek, yaşlı genç ve çocuklara karşı işlenen cinayetler, savaşların nasıl da beşer tarihi için felaket aracı olduğu bir kez daha görülmüş oldu. İnsanlık tarihi boyunca savaşlar hiç eksik olmadı. Bundan sonra da olmayacağı kesin olarak anlaşıldı. Milletlerin aralarındaki ihtilafların kesin çözümü savaşa dayanmaktadır. Savaşsız bir çözüm yolu bulunmadığına göre savaşlar yapılmaya, insanlık onuru kan deryası içinde heder olmaya devam edecektir. Savaşın insanlık için bu derece tehdit ve felaketlere sebep olmaması için geçmişten bu yana bazı çalışmaların yapıldığı hepimizce bilinmektedir. Savaş sırasında tarafların uyması gereken bazı kurallara riayet etmeleri bilinen savaş hukukunun doğmasına sebep olmuştur. Savaş hukukuna dair ilk uygulamalar şüphesiz dinler tarihinde görülmektedir. Milletlerin savaşlardaki uygulamaları dini hükümlere dayanmakta, yaptıkları vahşi uygulamalar dinlerinin kendilerine tanıdığı hükümlerden kaynaklanmaktadır. Hepimizi derin bir üzüntüye sevk eden ve insanlığımızdan utandıran son Gazze savaşlarındaki İsrail vahşetinin kaynağı da şüphesiz kutsal kitapları Tevrat hükümlerine dayanmaktadır. Bu nedenle uzun zamandan beri kaynaklara dayalı savaş hukukunu okuyucularımla paylaşacağım bir yazı gündemimde iken, 30 Ağustos Zafer Bayramını atlamam söz konusu olamazdı. Bundan sonraki ilk yazım yaptığım hazırlıklar ışığında KUTSAL KİTAPLAR ve SAVAŞ HUKUKU olacaktır.
Geçtiğimiz hafta Cumartesi günü 30 Ağustos zafer bayramını milletçe coşku ile kutladık. 26 Ağustos Tarihi ise milli tarihimizin en önemli iki dönüm noktasıdır. Biri Anadolu’nun kapılarını bize açan Malazgirt zaferi, diğeri de Anadolu’yu bize ebedi yurt yapan Büyük Taarruzun başlangıç tarihidir. Milli tarihimizde elbette kazandığımız çok büyük zaferler vardır. Bu zaferler millet hafızası içinde izler bırakmış, zamanla tarih sayfalarında yerini alarak unutulmuşlardır. Ancak yukardaki iki tarih ve 30 Ağustos tarihlerinde kazandığımız zaferlerin tarihimizde ayrı bir yeri ve müstesna bir mevkii vardır. Bu tarihleri unutmak, millet varlığımızın tarihten silinip gitmesi anlamına geleceğinden gelecek nesillere bırakacağımız en büyük armağan ve en mutlu bayramımız olacaktır. Uzun tarihimiz içinde 26 Ağustos 1071 tarihi, 26 Ağustos 1922 tarihi ve 30 Ağustos Zafer Bayramımız tarihimizde dönüm noktalarıdır ve bizim millet tarihimizde ebediyen unutulmayan mutlu Bayramlarımız olacaktır.
Son dönemlerde müşahede edileceği gibi hem dini, hem de milli bayramlara ilgi azalmıştır. Dini bayramların tatil sürelerinin uzatılması, vatandaşlarımızın bu süreyi dinlenme tatili olarak değerlendirmelerine sebep olmakta ve dini bayramların geleneklerinden uzaklaşılmasına sebep olmaktadır. Milli bayramlarımıza giderek ilginin azalması ise bayram kutlamalarına yenilikler kazandırılamaması ve bayramlara milletimizin bakışındaki farklılıkların giderilememesine dayanmaktadır.
3o Ağustos Zafer Bayramından bir gün önce Cuma gününü beraberce idrak ettik. Diyanet İşleri Başkanlığının hazırladığı hutbeyi hep beraber dinledik. Hutbe Peygamberimiz Hz. Muhammed’in doğumunun 1500. Yıl dönümü olan 3 Eylül 2025 (Rebiu’l evvel ayının 12. Gecesi) Çarşamba günü olduğu hatırlatılıyor, peygamberimizin insanlık tarihine kazandırdığı nimetler hatırlatılıyordu. Bir ara Gazze’li Müslümanların çektiği acılarla ilgi kurularak şöyle denildi. “Şanlı ecdadımız Allah Resûlü (s.a.s.) i canından aziz bilmiştir. Onun getirdiği rahmet mesajlarını bütün insanlığa ulaştırmak, dünyada huzur ve barışı sağlamak için cepheden cepheye koşmuştur. Koşmaya da devam etmektedir. Bunun en son örneklerinden biri de yarın kutlayacağımız 30 Ağustos zaferidir. Yüce Rabbim; Peygamber aşkıyla yanıp tutuşan vatan ve mukaddesat uğruna canını feda eden aziz şehitlerimize ve ahirete
intikal eden kahraman gazilerimize rahmet eylesin” Hutbe Sahih-i Buhari’den alınan şu hadisle sona ermektedir. “Birbirinize haset etmeyin. Birbirinize sırtınızı dönmeyin. Birbirinize kin ve nefret beslemeyin. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olun!”
Millet bütünlüğümüzün teminatı olan camilerimizde mübarek Cuma günü okunan hutbede 30 Ağustos Zafer Bayramı için ayrılan bölüm bu kadardır. Millet tarihimizde çok önemli yeri olan bu bayramın hutbede Yasak savmak anlamına gelen bu kadarcık bir bölümle geçiştirilmesi, Onun kahraman komutanının ismiyle zikredilmemesi hiçbir Müslüman Türk’ün dikkatinden elbette kaçmamıştır. İstiklâl Savaşının sivil karargâhları olan mescitlerimizin ve sivil halkımızı İstiklâl savaşı için örgütleyen din adamlarımızı hatırlayınca onların aziz hatıralarından ne kadar uzaklaştığımızı üzülerek kaydetmeye mecburum. Bir millet gözünün içine baka, baka bu kadar mı özünden ve atalarının mübarek izinden koparılır ve mukaddes dinimiz bu iş için araç olarak kullanılır? Bu gidişattan kim kazanır? Sonumuz nereye varır? Herkesi düşünmeye davet ediyorum.
Hutbe sonunda zikredilen Peygamberimizin hadisini bir kez daha tekrar ediyor ve öncelikle Diyanet İşleri Başkanlığı personelini bu mübarek sözlerin anlamına uygun hareket etmelerini diliyorum. “Birbirinize haset etmeyin. Birbirinize sırtınızı dönmeyin. Birbirinize kin ve nefret beslemeyin. Ey Allah’ın kulları Kardeş olun.”
Şimdi soruyorum. Hutbelerinde Müslümanlara bunu telkin ve tavsiye eden Diyanet İşleri Başkanının gözlerinden, sözlerinden ve yüz ifadesinden buna uygun bir tavır görüyor musunuz? Acaba sırtını kimden yana dönmüş ve kime kin ve nefret beslediğini hissettirmektedir. Biliniz ki ona sırtınızı dönmeyi, kin ve nefretinizi ifadeyi bile onun büyük zaferine borçlusunuz. Varlığınız, hürriyetiniz ve inancınız onun bize bağışladığı büyük zaferin sonucudur. Allah, Mustafa Kemal ATATÜRK ve arkadaşlarının eliyle bu nimeti milletimize bağışlamıştır. Kimse kendinden menkul büyük değildir ve her iki cihanda da bunun hesabına muhatap olacaktır.
Büyük milletimizin büyük bayramı kutlu olsun. Nice bayramları milletçe kutlamayı Cenab-ı Allah bize nasip etsin. Unutmayın ki uzun tarihi geçmişimizde bu türlere çok rastladık. Kazananlar ve unutulmayanlar hep milletle birlikte, milletle beraber iyiye ve doğruya gidenler olmuştur. Hüsran ise millete sırtını dönenlerin, kin ve nefreti körükleyenlerin, haset etmeyi yol belleyenlerin olmuştur