Diyanet İşleri Başkanlığı cumhuriyetle yaşıt nadide kurumlarımızdan biridir. Kurulduğu dönemlerde çok saygın başkanlarla temsil edilmiştir. Cumhuriyetimizin kurucusu ATATÜRK’ÜN makama girdiğinde hürmeten ayağa kalktığı tek kişi Diyanet İşleri kurucu başkanı Rıfat Börekçi Hocadır. Daha sonra o makama öyle değerli insanlar oturmuştur ki isimlerini bile hala hürmetle anıyor ve manevi huzurlarında kendilerini saygıyla hatırlıyoruz. Bir Ömer Nasuhi Bilmen, Bir Hasan Hüsnü Erdem ve son dönem başkanlarından Prof. Dr. Ali Bardakoğlu o makamı layıkıyla temsil eden, Müslim ve gayri Müslim her insanımızın saygısını kazanan çok değerli insanlardı.

Son dönemde Diyanet İşleri Başkanlığı saygınlığında büyük itibar kaybına maruz kalmıştır. Hemen her gün cumhuriyetin bu değerli kurumu ile ilgili ürkütücü, çoğu doğru olmasa da çirkin dedikodular basına sızmakta ve itibarına leke sürülmektedir. Bilhassa İstiklâl savaşımıza, Onun milletin göz bebeği mümtaz komutanlarına, Cumhuriyete ve laik rejime karşı tavrı sabır sınırlarını zorlamaya başlamış, milletimizin anlayışını ve sabrını törpülemiştir. Eski dönemlerde bu milli değerlerimize saygısızca davrananlar meczup örtüsüyle kapatılır, bir daha yapılamayacak tedbirler alınırdı. Şimdi iş aleniyete dökülmüş, bilhassa Cuma hutbeleri bu işler için ciddi vasıtalar olarak kullanılmaya başlanmıştır. İki yüz elli bini aşan personeliyle ve devlet bütçesinden aldığı çok büyük katkıyla güçlenen Diyanet İşleri Başkanlığı güdümündeki TÜRK DİYANET VAKFI ve toplanan ianelerle aşılmaz bir dağ haline geldiğini, iyi niyetli uyarılara bile kulak asmayan davranışlardan anlaşılmaktadır.

Son dönemde her hafta Cuma günleri hazırladıkları Cuma Hutbeleri ile gündem oluşturan başkanlık bu haftayı da boş geçmedi. Yanlış anlayışlara kapıyı ağzına kadar açtı ve tartışmaların odağını oluşturdu. Hazırlanan hutbe gerçekte önemli bir konuya temas ediyor, toplumsal huzurunu temini için halkımızın dikkatini bu önemli konuya çekiyordu. İnsan haklarının pek çok yönden ihlal edildiği bir zamanda bu konuya dinimizin getirdiği tedbirler anlatılıyordu.

Haftalık Cuma hutbesinde konuya “Ailede, toplumda ve dünyada yaşanan bütün kötülüklerin temelinde kul hakkı ihlalleri vardır. Maalesef, kimi zaman alışkanlıkla, kimi zaman ihmal ve gafletle, kimi zamanda kasten kul hakları ihlal edilmektedir. Canın, dinin, malın, aklın ve neslin muhafazası, İslâm’ın en temel esaslarındandır. Bu haklar Allah katında kutsal ve dokunulmazdır. Onların ihlali ise ağır bir vebal, büyük bir zulüm ve kul hakkına girmektedir. Kul hakkı ihlallerinin en büyüğü bir insanın canına kastetmektir. Ne yazık ki bugün Siyonist zalimler, dünyanın gözü önünde bu insanlık suçunu işlemeye devam etmektedir. Yüce Rabbimizin bu husustaki uyarısı gayet açıktır. Kim bir Mümini kasten öldürürse; cezası içinde ebedi kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.”

Hutbenin buraya kadar olan kısmı ve a konu ile ilgili izahlar bütün Müminlerin ortak kabulleri ve huşu ile dinledikleri, ibret alıp yapmamaya çalışacakları hayat düsturlarıdır. Ancak hutbenin tartışılacak kısmı konuya monte edildiği ifadelerin gelişen bölümünden anlaşılan miras hukuku ile ilgili bölümüdür. Tartışılan ve de laik sistemle uyuşmadığı ileri sürülen bu kısım ise şöyledir. “Değerli Müminler! Karşılıklı rıza olmadan Yüce Rabbimizin koyduğu miras ölçüsünü değiştirmek, ilahi adalete aykırıdır. Dolayısıyla kişinin; kız çocuklarını mirastan mahrum bırakması, kız çocuklarının da Allah’ın takdir ettiği hakka razı olmaması kul hakkıdır.”

Ayrı bir hutbe konusu olması ve miras hukukunun genişçe açıklamalar yapılarak anlatılması gereken bu konu buraya bir cümle ile sokuşturulmasa idi hutbe amacına ulaşacak, maksat hâsıl olacaktı. Ancak geniş halk kitleleri içinde ve tarafların birbirini itham edebilecekleri bir ortam yarattığı için faydalı bir metin olmadığını söyletebilirim. Toplumu birbiriyle, dindarı devletiyle ve vatandaşı işleyen hukuk sistemiyle karşı karşıya getiren telkin ne adına yapılırsa yapılsın doğru değildir ve hukukumuz bu gidişe seyirci kalamaz. Kalmamalıdır.

Türkiye Cumhuriyeti Laik ve hukuk devletidir. Miras hukukunun da içinde bulunduğu bir medeni kanunumuz vardır. Bir asra yakından beri uygulanan bu kanun başta kadınlarımız olmak üzere bütün insanlarımıza haklarının tümünü vermiş ve bunu devletin garantisi altına almıştır. Hukukumuza göre hukuken eksik ve noksan hakları olan bir insanımız yoktur ve kimse bunu iddia edemez. Kadın erkek eşitliği her alanda olduğu gibi, miras alanında da sağlanmış, karşılıklı rızaya dayanmayan hiçbir haksızlığa fırsat tanımamıştır.

Cumhuriyet öncesi ve sonrasıyla aileler arası en büyük anlaşmazlıklar bu konuda çıkmış, miras sahiplerinin çocuklarından bir kısmını diğerlerine karşı kayırması aile kavgalarına ve büyük fitnelere sebep olmuştur. Hatta kan dökülme sebeplerinin bile en büyüğünü bu konu teşkil etmiştir. Medeni kanunumuz bu aile kavgalarını sona erdiren yasal düzenlemeleri yapmış, erkek ve kız kardeşler arası ihtilaflara son vermiştir.

Hutbedeki “Karşılıklı rıza olmadan Yüce Rabbimizin koyduğu miras ölçüsünü değiştirmek ilahi adalete aykırıdır” ifadesi Türkiye cumhuriyetini ve onun laik sistemini doğrudan hedef almakta ve Allah’ın koyduğu miras ölçüsünü değiştirmekle itham etmektedir. Bu ifade dinen de problemli bir ifadedir ve doğru değildir. Çünkü İslâm öncesi meri Arap kurallarına göre kadınların miras hakkı bulunmuyordu. İslâm Dini bütün konularda olduğu gibi miras paylaşımında da kadınlara önemli haklar tanımış, asgari düzeyde erkeğe göre asgari yarım hak getirmiştir. Bu hak elbette öncekine göre büyük bir devrim ve yeniliktir. Ancak bu bir alt sınırdır. Erkek kardeşle eşit düzeyde miras verilmesine de bir sınırlama getirmemiştir. Yani asgari bir ölçü var, azami bir ölçü yoktur. Hutbede belirtilmeyen ve devleti dini hükümlerle karşı karşıya getirip Allah ölçülerini değiştiren bir yapı haline getirmesi önemli ve sakıncalı bir ifadedir.

Şunu herkesin iyi bilmesi gerekir ki laik sistemimiz oturmuş ve milletimizin memnuniyetini üzerinde toplamıştır. Kimse din adına sistemi hedef almamalı ve laik sistemi bilhassa dindarlarımız korumalıdır. Çünkü laik sistem en çok inanan insanlarımızın haklarını koruma altına almıştır. Hiçbir Mümin yasaların kendine tanıdığı haklardan mahrum bırakılamaz. Erkek ve kız bir diğerine karşı haksız uygulamaların muhatabı olamaz. Kim bunları din ya da bağlı bulunduğu mezhep, tarikat adına yeterli görmeyip başka insanların haklarına el uzatırsa işte İslâm nezdinde kul hakkı tanımayan ve Allah’ın sınırlarını aşan odur ve bu anlayışa kapı aralayanlar da onlardır.

Bilelim ki devleti dinin kontrolüne sokmak isteyenler gerçekte din, devlet ve millet karşıtıdırlar. Çünkü hem insanlık tarihi hem de milli tarihimiz şu gerçeği insanlığın hafızasına silinmez şekilde kazımıştır. Dinin müdahale ettiği devlet çöker, Din çürür, millet çözülür.

Seksen altı milyonun kardeşliği, devletin sonsuza kadar payidar olması ve milletin huzur ve refahı buna bağlıdır. Hatta Diyanet İşleri Başkanlığının geleceği de.