Yazımın bir önceki bölümünde il müftümüz Muhterem Hüseyin Demirtaş’ın Bolu Gündem Gazetesinde yayınlanan bir beyanatını konu edinmiş, İmam, müezzin ve kayyım gibi din görevlilerinin aldıkları maaşların cemaate dini ibadetlerini yaptırmalarına karşılık olmadığını, camilerimizin ibadete açılması, ibadet için hazır tutulması, temizliği, bakımı, korunması gibi hizmetler karşılığı olduğunu yazmış, konuyu mukaddes kitabımız Kur’an’a, dini fetvalara ve en son Din İşleri Yüksek kurulu kararına bağlayarak açıklamıştım. Yazımın bu bölümünde ise beyanatının “Din görevlisinin devlet memuru olamaz” bu durumun “Laikliğe aykırı” yönündeki iddiaların tarihi ve dini gerçeklerle bağdaşmadığı bölümüyle birlikte “günümüzde uygulanan diyanet modelinin hem mezhep çatışmasını engellediğini, hem de din istismarının önüne geçtiğini, bu yapının siyaset üstü bir kurum olarak kamu yararına hizmet ettiğini” söylediği ikinci kısmıyla ilgili düşüncelerimi yazacağım.
Laik devlet modeli insanoğlunun uzun tarihi boyunca acı ve kanlı hayat tecrübesi ile ulaştığı bir modeldir. En vahşi ve kanlı savaşların din ve mezhep ayrılıklarından kaynaklandığını bütün tarihler en açık şekilde kaydetmektedir. İslâm tarihindeki en acımasız savaşların da bu amaçla yapıldığını bilmekteyiz. Günümüze kadar süren ve kıyamete kadar da süreceği tahmin edilen Sünni/Alevi çatışması gerçekte mezhep görünümlü iktidar çatışması olup, İslâm’ın rahmet olarak nitelediği birliğe en büyük darbeyi vuran sebebi oluşturmaktadır. Ceddimizin kurduğu en büyük devlet olan Osmanlı İmparatorluğunu içten içe çökerten bu iç kurdudur. Osmanlı Devleti bünyesinde bulunan başta Hıristiyan ve Yahudiler olmak üzere İslâm dışı bütün din ve inançlara en geniş hürriyeti tanırken öz be öz kardeşleri olan Türkmen/Alevilere şeyhülislâmın verdiği fetva ile görüldükleri yerde öldürülmeleri istenmiş böylece, Çocuktan yaşlısına, gencinden ihtiyarına, erkeğinden kadınına ve sağlamından hastasına bu Türkmen/Alevi topluluğu bulundukları yerde katledilmiştir.
Cumhuriyetimizi kuranlar, tarihimizin bu kanlı, karanlık ve acı dolu geçmişinden aldıkları ibretle laik devlet sistemini devletin ana omurgası haline getirmişler, laik sistemi cumhuriyet devriminin en sağlam temeli yapmışlardır. Millet olmanın ve milli beraberliğin bundan gayrı yolu olmadığı gerçeğiyle hareket etmişler, kardeşliğin, milli birlik ve beraberliğin önünü laik sistemle açmışlardır. Genç cumhuriyetimizi hedef alan dış ve iç düşmanların laikliği hedef alması tesadüf değildir. İngiliz istihbaratının Türkiye dışı İslâm topluluklarıyla içteki dünyadan bihaber cahillere “Laikliğin dinsizlik ve ATATÜRK’ÜN Kâfir olduğuna dair” tezviratları bu esasa dayanmakta, zaman, zaman ATATÜRK heykel ve büstlerine meczupların(!) yaptıkları saldırıların ruh dünyalarındaki itici gücü de buradan beslenmektedir. Camilerde vaazlarda ve hutbelerde cumhuriyetin ve onun kurucusunun itibarsızlaştırılması, Türk İstiklâl Savaşının es geçilmesinin sebebi budur.
Laik devlet sisteminde adalet vardır. Devlet herhangi bir dini ve mezhebi esas almaz. Ama bütün din ve inançların önünü açar. Bütün din, mezhep ve tarikatların çalışmalarına yaptığı düzenlemelerle eşit davranır. Devlet nezdinde herhangi bir dinin, mezhebin ve tarikatın; diğer din, mezhep ve tarikatlara üstünlüğü yoktur. Hiçbir din, mezhep ve tarikat faaliyetleri için devletten özel bütçe ve maddi destek alamaz. Devlet kendi eliyle din, mezhep ve tarikat kaynaklı eğitim yapılmasına imkân vermez. Hele de okullarında herhangi bir dinin, o dine mensup herhangi bir mezhebin inançlarını esas alan eğitim yapılmasına fırsat vermez.
Cumhuriyetimiz kurulduğunda Diyanet İşleri Başkanlığının esas görevi de kuruluş yasasına göre bu şekilde tespit edildi. Lakin 10 Kasım 1938 tarihi ATATÜRK’ÇÜ sistemde kesin bir kırılma yaşanmasına sebep oldu. Sonra gelen hükümetler ve kurulan çok partili demokratik sistem hem dış baskıların, hem de sistemdeki aksayan yanları düzeltmek adına laik düzende gedikler açılmasına sebep oldu. Sırayla yapılan bütün bu değişiklikler bizde laik sistemi kuşa çevirdi. Şimdi anayasamızda devletin şekli “laiklik” olarak tanımlanmakta ise de Laik sistemden uzaklaşmıştır. Laik görünüm altında “Sünni İslâm Devleti” rengine bürünmüştür. Cumhuriyetimiz şu anda Diyanet İşleri Başkanlığına bütçesinden 131 milyar para ayırmakta, 250 bin çalışanına istihdam sağlamaktadır. Okullarında Din ve ahlâk Bilgisi, din dersi, siyer ve hafızlık eğitimi vermekte, bunların hepsini Sünni/İslâm inancına uygun yapmaktadır. Ayrıca Sünni İslam’ın geleneğimizdeki Hanefi-Matûrûdi kolundan ziyade, İslâm’ın Arap geleneğini temsil eden Eş’ari-Selefi anlayışı egemen kılınmaya çalışılmaktadır. Ülkemizde yaşayan İslâm’ın diğer mezhepleri ise devletin bu imtiyazlarından her yönüyle mahrum bırakılmışlardır.
Ülkemiz dışındaki hiçbir laik devlette bu uygulamalar yoktur. Buna ne devlet, ne de kilise müsaade eder. Laik devletlerde din görevlisi unvanıyla çalışan bir memur statüsü de bulunmamaktadır. Laik devlet bu statüde çalıştırdığı kimseye de maaş vermez. Muhterem müftümüzün “Din görevlisi devlet memuru olamaz ve laikliğe aykırı” sözüne getirdiği “iddiaların tarihi ve dini gerçeklerle bağdaşmadığı” kanaati gerçekte “Tarihi ve laik devlet sistemiyle bağdaşmadığı” apaçık ortadadır.
Muhterem müftümüzün “Türkiye’de uygulanan Diyanet modelinin hem mezhep çatışmalarını engellediğini, hem de din istismarının önüne geçtiğini” ardından “bu yapısıyla kurumun siyaset üstü bir kurum olarak kamu yararına hizmet etiğini” söylemesi ise günümüz Türkiye gerçekleriyle hiç uyuşmamaktadır. Camilerimizin cemaatten hele de gençlerden boşalması kurumun Sünni islâm mensuplarının bile güvenini kaybettiğinin görünen en büyük kanıtıdır. Diyanet İşleri Başkanının her faaliyette Cumhurbaşkanımızın yanında görünmesi ise halk nezdinde siyaset üstü kurum niteliğini kaybettiğinin başka bir kanıtıdır. Kurtuluş savaşımıza, onun şanlı galiplerine yıldönümlerinde bile hutbelerinde bir cümle ile yer vermezken 15/16 temmuz Fetö kalkışması için özel hutbeler hazırlanması, şehitleri için anma törenleri, hatimler ve mevlitlerin okunması Kurumun milli tarihimize bile ne kadar şaşı baktığının ayrı bir delilidir.
Diyanet İşleri Başkanlığının “mezhep çatışmalarını engellediği” iddiası da havada kalmaktadır. Cumhuriyet kurulalı bir asrı geçmişken hala mezhep farklılıklarının ciddi yarılmalara fırsat verdiğini görmeyen gözler acaba ne yöne bakmaktadır. Yemeği ve kestiği yenilmeyen, evine konuk olarak gidilmeyen, kız alış verişi gerçekleşmeyen büyük bir toplumun bulunduğunu ne zaman anlayacağız. Yasını paylaşmadığımız, acısını bile kınadığımız toplumların bizim öz kardeşimiz olduğunun ne zaman farkına varacağız. 1400 yıldır Ehl-i Beyt yasını tutanları ne zaman kınamaktan vazgeçeceğiz ki Diyanetin mezhep çatışmalarının önüne geçtiğini gönül huzuruyla söylemiş olalım.
Not: Okuyucularımdan aldığım telefonlara ve aynı doğrultuda yazıma mesaj gönderen Mustafa isimli okuyucuma cevaplarımı önümüzdeki hafta yazacağım.