Terörsüz Türkiye sürecinin başlatılmasıyla birlikte ülkemiz çok önemli bir eşikten geçiyor. 27 Şubat 2025’te yapılan çağrının ardından PKK’nın 12 Mayıs’ta kendini feshetmesi ve 11 Temmuz’da silahlarını yakarak Türkiye’den çekilmesi, tarihî nitelikte gelişmelerdir.

Peki ya komşumuz Suriye?

2011’de başlayan Suriye iç savaşı, yıllarca güney sınırımızı istikrarsız bir bölgeye çevirdi. Bunun en belirgin sebeplerinden biri, Öcalan’ın talimatıyla 2003 yılında kurulan ve iç savaşla birlikte silahlı bir yapıya dönüşen PYD/YPG/SDG örgütüydü. Suriye ordusunun kuzeyden çekilmesi, YPG/SDG’nin ABD’nin de desteğiyle Türkiye sınırına komşu Afrin, Kobani ve Kamışlı bölgelerinde hâkimiyet kurmasını sağlamıştı.

Kendi ifadeleriyle “Rojava” dedikleri bölgede örgüt, PKK ideolojisini esas alan bir düzen kurdu. Bu yapıya katılmak için Öcalan’a bağlılık şartı konulması da bu ideolojik bağı açıkça ortaya koyuyordu.

Türkiye, 2016–2020 yılları arasında Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı ve Bahar Kalkanı harekâtlarını düzenleyerek sınır güvenliğini sağlamak adına YPG/SDG unsurları ile çok yönlü bir mücadele yürüterek örgütün Suriye kuzeyindeki planlarını büyük ölçüde bozdu.

İşte bugün yürütülmekte olan Terörsüz Türkiye süreci, Suriye’nin kuzeyinde yaşanılan bu gelişmelerden bağımsız düşünülemez.

Geldiğimiz noktada, Suriye’nin kuzeyinde hâlen varlığını sürdüren YPG/SDG terör unsurlarının geleceği, yürütülen sürecin en kritik düğüm noktası hâline gelmiştir. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın son açıklamalarına göre PYD/YPG/SDG’nin 50–60 bin silahlı unsuru bulunuyor. ABD ve İsrail tarafından desteklenen bu terör yapılanması, sınırımızın hemen ötesinde bekleyen ciddi bir güvenlik riski olarak varlığını sürdürüyor.

Devletimizin bu riski ortadan kaldırmak için izlediği iki stratejik yol var.

Birinci yol: Şam yönetimiyle diplomatik uyum

Esad rejiminin devrilmesi sonrası 8 Aralık 2024 tarihi itibariyle Suriye devlet yönetimini elinde bulunduran Ahmed Şara ile yürütülen uyumlu diplomasi sonucunda, YPG/SDG yöneticileri ile Ahmed Şara arasında 10 Mart Mutabakatı imzalandı. Mutabakata göre SDG’nin, Suriye devlet kurumlarına ve ordusuna entegre edilmesi öngörülmüştür. Şam yönetimi ayrıca mutabakatın Suriye’nin toprak bütünlüğünü vurguladığını; çatışmaların sonlandırılması ve mültecilerin dönüşü gibi maddeler içerdiğini açıklamıştır.

Bu, örgütün dış güçlerin etkisinde olan bir terör örgütü yapılanmasından çıkarılarak Suriye devletinin kontrolünde geçmesi anlamına geliyor. Türkiye için kritik olan da tam olarak budur.

İkinci yol: Öcalan üzerinden yapılan çağrı

YPG/SDG’nin kendisine “önder/kurucu” olarak gördüğü Öcalan’ın devreye girmesi, sürecin diğer ayağını oluşturuyor.

Liderimiz Sayın Devlet Bahçeli, 7 Ekim 2025 tarihinde yaptığı değerlendirmede şu ifadeleri kullanmıştır:

• “Ne var ki Suriye'nin kuzeydoğusunda tesir alanı bulunan SDG/YPG henüz silah bırakmamış, 27 Şubat İmralı çağrısına riayet etmemiştir.”
• “PKK’nın kurucu önderliği, SDG/YPG’ye doğrudan aynı mahiyet ve muhtevada çağrıda bulunarak 10 Mart mutabakatına uyulmasını istemelidir.”

Bu çerçevede, TBMM’de kurulan komisyon üyelerinin İmralı’ya giderek konuya ilişkin beyanları ilk ağızdan almaları gerektiği vurgulanmıştır.

İmralı görüşmesine ilişkin açıklanan özet tutanaklarda özellikle bu konunun üzerinde durulduğu görülmüştür. Tutanaklara yansıyan ifadeler şöyledir:

“Suriye’de SDG’nin 10 Mart mutabakatına uymasının elzem olduğu, Suriye konusunda kendisinin yeni bir açıklama yapması gerektiği belirtilmiştir. Örgütün merkezini Kandil’den Suriye sahasına taşımasının sorunu çözmediği ifade edilince, Abdullah Öcalan her saha için kesin talimat vermesi gerektiğini, bu adımlar atıldığında yeni bir iklimin oluşacağını söylemiştir.

Ayrıca Öcalan, 27 Şubat çağrısında ayrı devlet, federasyon, idari özerklik veya kültüralist çözümler olmadığını hatırlatılması üzerine ‘Evet, öyle’ diyerek onaylamıştır.”

Bugün “İmralı’ya terör örgütü liderinin ayağına gidildi, bu kabul edilemez” söylemleriyle Terörsüz Türkiye sürecini sekteye uğratmaya çalışanların sözleriyle karşı karşıya kalan bizler, başımızı iki elimizin arasına alarak düşünelim:

Birinci seçeneğimiz, Terörsüz Türkiye sürecine son vererek sınırımızda 50–60 bin kişilik bir YPG/SDG milis gücüyle, ABD ve İsrail destekli bir terör yapılanmasıyla her an savaşma ihtimaliyle yolumuza devam etmek,

İkinci seçeneğimiz ise, önder olarak gördükleri İmralı’daki örgüt liderine pazarlıksız ve tavizsiz bir açıklama yaptırarak YPG/SDG’nin 10 Mart mutabakatına uymasını sağlamak, bu yapıyı Suriye devletinin kontrolüne geçirerek ABD-İsrail güdümünden çıkarmak,

Mantıklı ve devlet aklıyla düşünen herkes, savaşta oluşacak maddi kayıpları ve en önemlisi can kayıplarımızı göz ardı etmeyerek ikinci yolun tercih edilmesi gerektiğini söyleyecektir.

Dolayısıyla alelade söylemler ile süreci değerlendirmektense geçmişte yaşanılanları, bugünü ve geleceği birlikte değerlendirerek Terörsüz Türkiye sürecindeki gelişmeleri derinlemesine analiz etmek gerekir.

Terörsüz Türkiye yalnızca ülkemizin değil, tüm bölgemizin güvenliğini hedefleyen bir vizyondur. Türkiye, huzurun ve refahın egemen olduğu terörsüz bir geleceğe doğru kararlılıkla yürümektedir.