Bazıları bana soruyor: “Bu yazıları yıllardır hiç bozmadan, her hafta nasıl yazabiliyorsun? Hiç yazacak bir şey bulamadığın olmuyor mu? Ve bundan korkmuyor musun?” Bu sorulara cevabım hep aynı oluyor: Hayatı izlemeyi bilirseniz, konu bitmez.
Beni tanıyanlar bilir, çok programlı biri değilimdir. Aklımda bir konu olmasa bile bilgisayarın başına oturduğumda mutlaka yazacak bir şey bulurum. Kimine göre bu bir delilik, kimine göre yetenek, kimine göreyse cesaret. Hangisi olduğunu ben de tam olarak bilmiyorum ama şunu biliyorum: yazarlık, herkesin kolayca üstlenebileceği bir sorumluluk değildir.
Yılmaz Erdoğan bir sohbetinde şöyle demişti: “Yazarlık yapan birini iyi gözlemlerseniz, iç organlarına kadar görebilirsiniz. Çünkü yazar, her üretiminde aslında içini açar ve ‘gelin bakın’ der.” Biz yazarların yaptığı şey, korkmadan, çekinmeden içimizi açmaktır.
Ben her yazımı kaleme alırken kendimi sahnede, uçsuz bucaksız bir kalabalığa konuşan bir konuşmacı gibi hayal ederim. O heyecanla, o psikolojiyle yazarım. Galiba bu yüzden yazılarım konuşma metni gibi oluyor. Şimdi bazı arkadaşlar diyecek ki: “Sahne mi, kalabalık mı? Sen gerçekten normal değilsin!” Ama ne yapayım, ben böyleyim. Galiba bu da benim özelliklerimden biri. Yani ben yazmaktan ya da konu bulamamaktan hiç korkmam.
Hazır korkulardan söz açılmışken, size sorayım: Siz nelerden korkuyorsunuz? Ya da korkularınız var mı? Çoğunuzun “var” deyip yüzünü buruşturduğunu hissediyorum. Peki, korkularınız işlerinizde size engel oluyor mu? Korkularınız yüzünden bir şeylerden vazgeçtiğiniz ya da başkalarını vazgeçirdiğiniz oldu mu hiç?
Toplum olarak zaman zaman korkularımızı fazlaca içselleştirdiğimizi gözlemliyorum. Her şeyden, herkesten korkan insanların olduğunu ve farkında olmadan çocuklarını da bu korku algısıyla büyüttüklerini görebiliyorum. Bu şekilde yetiştirilen bir çocuğun özgüven kazanması oldukça zor oluyor. Ve bu durum, ilerleyen yaşlarda ciddi bir sorun olarak karşılarına çıkabiliyor.
Bu durum herkes için geçerli ama engellenen bireyler için çok daha ağır yaşanıyor. Çünkü aileler, istemeden de olsa, şöyle yaklaşıyor: “Sen dökersin, ben yedireyim.” “Sen yapamazsın, ben yapayım.” “Düşersin.” “Bir yerine bir şey olur.” Bu yaklaşımlar, farkında olunmadan çocukların kendi küçük zaferlerini kazanmalarına engel oluyor. Sonra da klasik soru geliyor: “Bana bir şey olursa bu çocuk ne olacak?”
Ama işte, eğer bir çocuğa yemek yemeyi öğretmezseniz, düşecek diye ihtiyaçlarını karşılamasına fırsat vermezseniz, birey olmasına izin tanımazsanız… Siz olmadığınızda o çocuk korkar, bocalar, zorlanır. Aile olmanın en temel görevlerinden biri de çocuğu geleceğe hazırlamak, ona özgüven vermek değil midir?
Burada yanlış anlaşılmak istemem: Engellenen bireylere elbette yardım edeceğiz, ama sadece istediklerinde. Onun dışında müdahale etmeden, sadece gözlemlemeliyiz. Bırakın yemekleri döksün; dökmemeyi öğrenir. Bırakın bir yerlere tırmanırken düşsün; siz yalnızca etrafı güvenli hâle getirin. “Düşersin” diye korkutmayın ki, düşmeyi de kalkmayı da öğrensin. Çünkü ancak bu şekilde özgüvenli bireyler yetişebilir.
Bu arada, biliyorsunuz, 18 Mayıs’ta Hayatın Kesişme Noktaları adlı yeni kitabımın ilk imza gününü gerçekleştirdik. Buradan bir kez daha oraya gelen, gelemeyip arayan, “Onur bana kitap ayır” diyen herkese çok teşekkür ederim.
Bilmiyorum, iyi bir örnek miyim, bunu siz değerlendirirsiniz. Ama eğer bugün korkmadan, çekinmeden yazabiliyor, kalabalıklara seslenebiliyor ve etrafımda bu kadar güzel insan varsa... Bu, zamanında bana güvenen, beni birey olarak gören insanlar sayesinde. Ve ben de her yazıyla, her satırla, bu güvenin hakkını vermeye çalışıyorum.