Kalemi ele alıp yazmak, kelimeleri cümleleri ardı ardına sıralamak kolay; ancak yazmanın sorumluluğunu taşımak ise çok zordur.
Çünkü yazmanın sorumluluğu, yanlışlara, haksızlıklara, düzensizliklere ve hatta tüm adaletsizliklere karşı susmamaktır. Yazdığın zaman doğruyu ve hak olanı kelimeler ile haykırmaktır.
Ben de yazmanın sorumluluk bilinciyle bundan iki hafta önce “Siyaset-Liyakat-Makam” başlıkları altında bir üçleme dizisini kaleme almaya niyet etmiştim.
Geçtiğimiz haftalarda, “Siyaset–Liyakat–Makam” üçlememizin ilk halkasında; siyaseti bir fikir ve ahlak mücadelesi, mümkün olan en iyi toplumu kurma umudunun yolu olarak tanımlamıştık. Ve devam ettik; iyi insanların siyasetten uzak durmak yerine bu alana dâhil olup herkesçe bozuk olarak tanımlanan siyaseti ıslah etmenin yolunu aramalarını söylemiştik.
Ardından ikinci yazımızda liyakatin, yani işin ehline verilmesinin gerekliliğini belirterek toplumumuz için liyakatli insanların siyasette yer almasının ve onlar için alan açılmasının bir tercih değil, bir zaruret olduğunu vurgulamıştık.
Bugün ise “Makam” konusu üzerine yazarak üçlememizi, aslında bu üçleme için yazmanın sorumluluğunu tamamlıyoruz.
Makam, mevki, konum, koltuk… adına ne dersek diyelim, bilinen bir gerçek var ki dışarıdan herkesin heveslendiği, arzuladığı; ancak bunun insanoğlu için çetin bir imtihan olduğu.
Kimi zaman bürokraside, kimi zaman siyasette, aslında hayatın tam merkezinde nerede bir temsil, karar alma, yönetme iradesi, hâkimiyeti varsa, orası işte makamın ta kendisidir…
Ancak herkes tarafından kabul gören bir husus da vardır ki, o da şu: Fanidir makam. Bugün vardır, yarın ise kesinlikle yok olacaktır. İnsanoğlu gibi…
Fani olmasının yanında, fani olana verilmiş bir emanettir.
Bir topluma, bir kuruma, bir göreve millet adına, adalet adına, ortak iyilik adına verilmiş bir emanet…
Bu emanet; dürüst, ehil, namuslu insanların gece yastığa başını koyduğunda vicdan muhasebesidir. Sorumluluk hissettiği, büyük bir mesuliyetle sırtında taşıdığı ağır bir küfedir.
Aynı emanet kimilerine göre ise büyük bir nimet, eğlence, maddi ve manevi imkânlar, çıkar sağlama noktası, itibar kaynağıdır. Aslı emanet olan, onlar için ganimettir.
İşte çetin dediğimiz imtihan burada başlamaktadır: Emanet hakkıyla muhafaza edilerek sorumluluklar yerine mi getirilecektir?
Yoksa emanet olan ganimete evrilerek şahsi çıkarlar dünyasına köprü mü yapılacaktır?
Bu çetin imtihanı hakkıyla verenlere, emanete sahip çıkanlara söylenecek söz bellidir: sayıları artsın, varlıkları daim olsun, emanetler hep ellerinde bulunsun.
Asıl meselemiz, emanete hakkıyla sahip çıkmayanlarla…
Fildişi kulelerinden halkı seyreden, milletiyle arasına duvar ören, unvanının arkasına sığınan makam sahipleri; ne yazık ki emaneti unutup ganimetin cazibesine kapılmakta…
“Ganimet” deyince çoğumuzun aklına yalnızca maddi unsurlar geliyor olabilir. Oysa ben başka bir şeye dikkat çekmek ve onun üzerinde durmak istiyorum: manevi ganimetler.
Evet, makamın bir de manevi ganimetleri vardır. Bunlar elle tutulmayan, gözle görülmeyen aşırı saygınlık beklentisi, benlik duygusu, önemsenme arzusu, ayrıcalık tutkusu, pohpohlanma isteği…
Önce beklenilen, maruz kaldıkça da fazlasının arzulandığı, aslında insanın içini yavaş yavaş kemiren, nefsini köpürten isteklerdir bunlar…
İşte tüm bunlar ve bunun gibi haddi aşan davranış bozuklukları, makamın görünmez manevi ganimetleridir.
Bu manevi ganimetler, bir insanı kibirle zehirler; onu halktan, hakikatten ve vicdandan uzaklaştırır, kişilik ayarlarını bozar.
Makamın en ağır imtihanı da işte budur. Çünkü manevi ganimete kapılanlar için artık maddi ganimetlere giden yolun taşları böylece döşenmeye başlamıştır.
Kapıldıkça manevi ganimetlere, kalp kararmaya başlar.
Kalp kararınca nefis azgınlaşır, damarlardaki kanın mayası bozulur; damarda dolaşan artık kan değildir, hırs, ihtiras, gösteriş, dünya nimetlerine zafiyettir.
Bu nedenledir ki manevi ganimetlerin ihtirasına kapılmak istemeyen makam sahiplerinin kalplerini ve vicdanlarını sürekli olarak yoklamaları gerekir.
Bu makam sahipleri;
Etrafında alkışçı, çıkarcı yüzleri bulundurmamalıdırlar.
“Sen ne yapsan en iyisini sen yaparsın.” diyenlerden arınıp, doğruyu yanlışı söyleyecek dostlarla yol yürümelidirler.
Halkın arasında, halktan kopuk değil; iyi günde kötü günde onlarla hemhâl olup tabiri caizse kalbini sık sık cilalamalı, kalbinin kararmasına müsaade etmemelidirler.
Ve tabii ki en başta makamlara ehil, dürüst, samimi, iyi insanlar getirilmeli
O hâlde “Siyaset-Liyakat-Makam” üçlememizde bahsettiğimiz iyi, ehil, dürüst, samimi insanlar için son sözümüz mütefekkir ve yazar Sezai Karakoç’un “Makamda” adlı eserindeki şu sözleri olsun:
“Seni yok sayacaklar, sen daha çok var olacaksın.
Seni yadsıyacaklar, yeryüzüne çektiğin silinmez izlerle sen kendi kendini oynayacaksın.
Baktığın aynaları karartacaklar, ama bakmaktan asla vazgeçme.
Bakmakta ısrar et. Bu ısrarın, bu ısrarlı bakışınla kararan aynalar aydınlanacak.”