Müftülükler Diyanet İşleri Başkanlığının il ve ilçelerdeki temsilcilikleri olup yönetim kademeleridir. Oradan aldıkları emir ve talimatlar doğrultusunda teşkilat yasasına uygun hizmet verirler. Yani din hizmetlerinin yürütülmesine nezaret ederler. Bu bakımdan devlet nezdinde bilimden ziyade idari kademe kabul edilir. Ancak, halkımız bu kurumu yasal görevlerinden farklı olarak aynı zamanda din adına bilgi ve danışma merkezi olarak kabul eder ve bu beklentisini her tavrıyla ortaya koyar. Bu durum geleneklerimizde müftülüklerin din dışı konuların bile danışma merkezi haline getirildiğinin örnekleriyle doludur. Mesela bir türkümüzün “Ben müftüye danıştım. Yiğit yarsız olur mu?” dizeleri bu söylediğime güzel örnek teşkil eder.

Yazıma bu girişle başlamamı okuyucularım merak etmiş olabilir. Okuyucularımı daha fazla meraklandırmadan konuya hemen gireyim. İl müftümüz Muhterem Hüseyin Demirtaş’ın 23.06.2025 Bolu Gündem gazetesinde yayınlanan bir beyanatını okudum. Daha ziyade birilerine cevap vermek için yayınladığı izlenimi veren bu beyanatında Muhterem Müftümüz Hüseyin Demirtaş “Dini güvenlikten” bahsederken “Dinin yalnızca bireysel bir inanç meselesi değil, aynı zamanda milli ve sosyal güvenliğin temelini oluşturan üç ana unsurdan biri olduğunu” ifade ederek “Dinin milli güvenlik (beka), sosyal güvenlik (adalet, iş, eşitlik) ve dini güvenlik başlıklarında ele alınarak korunması gerektiğini” vurgulamış ve “dini güvenliğin sağlanmasında üç temel tehdidin ön plâna çıktığına” işaret ederek Bu üç temel tehditi “Din istismarı, din ihmali ve dini itibarsızlaştırma” şeklinde sıralamıştır. “Bu üç unsurun hem toplumsal barışı, hem de inanç özgürlüğünü tehdit ettiğini” belirterek sözlerine “Özellikle din görevlisi devlet memuru olamaz” ve “laikliğe aykırı” yönündeki iddialara değinerek bu iddiaların “tarihi ve dini gerçeklerle bağdaşmadığını” söylemiş. Muhterem müftümüz beyanatını “Türkiye’de uygulanan diyanet modelinin hem mezhep çatışmalarını engellediğini, hem de din istismarının önüne geçtiğini” belirtmiştir. Devamında” Böylece bu yapının siyaset üstü bir kurum olarak kamu yararına hizmet ettiğini” söylemiştir. Sözlerini “İslâm tarihinde din hizmetlerinin devlet eliyle yürütüldüğünü, Diyanetin bu geleneği modern anlayışla sürdürdüğünü” ifade ederek tamamlamıştır.

Muhterem müftümüzün beyanatının son bölümde ifade ettiği “Din görevlisi devlet memuru olamaz, bu durum laikliğe aykırıdır” iddialarının “tarihi ve dini gerçeklerle bağdaşmadığı” savı, tarihi ve ilmi gerçeklerle bağdaşmamaktadır.

İslâm tarihinde din hizmetlileri için gerçek şudur. İmamlar, devletten değil, hizmet verdikleri mescid ve camilerin vakıflarından ücret almaktaydılar. Çünkü bu konudaki fetva açık ve tereddüde mahal olmayacak kadar nettir ve şöyledir. “ İbadet karşılığında ücret almak caiz değildir. Çünkü ibadetler Allah için yapılır.” Bu konuda Din İşleri Yüksek Kurulu 12 Temmuz 2017 tarihli kararında aynen şöyle demektedir. “Günümüzde ülkemizde İmam-hatip ve müezzinler, namaz kıldırmalarının karşılığı olarak değil, başka bir işle uğraşmayıp böyle bir görev için mesailerini tahsis etmelerinden dolayı maaş almaktadırlar. Çünkü namaz sadece Allah rızası için kılınır ve kıldırılır. İmam-hatip ve müezzin kayyımlarının görevleri sadece namaz kıldırmaktan ibaret değildir. Cami görevlileri, vaaz, irşat ve Kur’an öğreticiliği gibi din hizmetlerinin yanında, caminin ibadete açılması, ibadet için hazır tutulması, temizliği, bakımı, korunması gibi pek çok hizmet sunmaktadırlar. Buna göre günümüzde din hizmetlerini yerine getiren İmam-hatip ve Müezzin- kayyımların aldıkları maaş helâl oldukları gibi kıldırdıkları namaz da geçerlidir.”

Din İşleri Yüksek Kurulunun bu kararı da konuyla ilgili İslâm alimlerince verilmiş önemli bir fetvaya dayandırılmıştır. İbn Nücey’in el-Bahr ve İbn Âbidin Reddl’ü muhtar adlı eserlerinde bu konuda hemen hemen aynı mahiyette ve “İmamet, müezzinlik, din öğretme gibi işler karşılığında ücret ya da maaş almayı, bu görevlerin sahipsiz kalmaması gerekçesiyle caizdir” demişlerdir.

Hem İslâm âlimlerinin hem de Din İşleri Yüksek Kurulu kararında karşılık bulduğu gibi Din görevlilerine devlet tarafından ödenen maaşlar, kıldırdıkları namaz ve diğer ibadetlerin karşılığı değil, caminin ibadete açılması, ibadet için hazır tutulması, temizliği, bakımı, korunması gibi sundukları diğer hizmetler için ödenmektedir. Bundan dolayı unvanlarının din görevlisi değil, cami görevlisi olması daha isabetli olur. Diğer İslâm ülkelerinde de uygulama bu yöndedir. Şeriatla yönetildikleri iddia edilen Suudi Arabistan ve İran’da ise cami görevlilerine hiçbir şekilde maaş ödenmemek de olup bu tür görevler için caminin vakfından para almaktadırlar.

Muhterem müftümüzün “İslâm tarihinde Din hizmetlerinin devlet eliyle yürütüldüğü” iddiasının tarihi hiçbir kanıtı olmadığı sabittir. Osmanlı tarihi bunun açık kanıtıdır. Yalnız 19. Yüz yıl ortalarından beri bazı imtiyazların tanındığı doğrudur. Bu imtiyazlar da askere gitmemeleri, nikâh memurluğu ve görevlerinin çocuklarına intikal ettirilmesi gibi ayrıcalıklardır. Bu ayrıcalıkların da dinimizin kurallarına uygunluğu tartışmaya açıktır. Milletimizin her konusu olduğu gibi bu konuların tartışılmasının toplumsal barışı ve inanç özgürlüğünü bozduğu iddiası, sağlam dayanaklardan yoksundur.

Din görevlilerinin laiklikle ilgili olan ikinci bölümü ise gelecek yazımda ele alınacaktır.